Müzik Kutusu

 

Tanrı iyi ve kötü hakkında bir deneme

GİRİŞ

Tarih boyunca insanoğlunun en önemli çabalarından ikisi, içinde gözlerini açtığı evreni anlamak ve onun yıkıcı güçlerinden korunmak olmuştur. İnsanoğlunun tabiatın kör güçleri karşısındaki çaresizlik ve aczi, evrende kendini bir yabancı gibi hissetmesine neden olan garip bir yurdundan ayrı düşmüşlük hissi ve yalnızlığı insanın bu evrendeki dramını oluşturmuşlardır. Evreni anlamaya yönelik düşünce faaliyetinin temeli varlık felsefesi ile başlar. Evreni bir Tanrı'nın yarattığı düşüncesi açıklanmaya muhtaç değildir. Ama evrenin oluşumu için tek açıklama da bu değildir.


KAOS VE ESKİ YUNAN

Tanrıya inanan bir çok insan evrenin varlığının Tanrı olmadan açıklanamayacağını düşünür. İnsanın bu evrende varlığı evrim teorisi ile açıklanabilse bile, bizzat bu evrenin varlığının Tanrısız olması izah edilebilir değildir. Bilimsel verilere göre evren "Büyük Patlama" ile oluşmuştur. Evet ama, Büyük Patlama'ya ne yol açtı? Büyük Patlama hiç olmayabilirdi de. Bu evrenin oluşumuna götüren zorunlu sebepler dizgesi ne idi? Bu soruların Tanrı olmadan bir cevabı yok sanılır. Ama Eski Yunan'dan beri felsefe bu sorulara cevap vermiştir. Önce kısa bir temel varlık felsefesi: Varlık varlıktan türer; Yoktan bir şeyin var olması mümkün değildir. Buna din sahipleri itiraz ederek Tanrı'nın herşeyi yoktan var ettiğini söylerler; ama Tanrı da sonuçta bir Varlık'tır; dolayısıyla yine varlık varlığa dayanır. Demek ki Varlık hep oldu; hep olacak. Mutlak manada Yokluk ise yoktur; ona da bu yakışır zaten. Ancak bu varlık aleminde izafi yokluktan söz edebiliriz. Örneğin şu anda kalemimi arıyorum; ama yok. Ama bu kalemimin bu alemden silindiği anlamına gelmiyor. Toparlarsak: Varlık esas, yokluk arızidir. Varlık esastır, iyi güzel de, acaba evrendeki bu kendine özgü düzen ve mantık nasıl açıklanabilir? Sağduyumuz bize düzenin olduğu heryerde bir akıl aramayı telkin eder. Ancak burada evreni düzenleyecek bir Akıl olmadığı varsayımından kalktığımıza göre bu düzeni başka türlü açıklamalıyız. Eğer düzen arızi bir durum ise ve açıklanamıyorsa, düzeni varlıktan tamamen kaldıralım ve geri kalana bakalım. Felsefemiz burada bizi düzenin hiç olmadığı bir aleme götürüyor: Kaos'a.

METNİN DEVAMI:

Kaos, tabiri caizse, Mükemmel Düzensizlik'tir. Kaos aleminde kurulu bir şehirde, eğer bu şehir var kalabilirse, şaşırtıcı çok şey görmek mümkündür. Hurda arabaların birbirine çarpıp yepyeni olduğunu gördüğünüz gibi, yeni arabalar birbirlerine çarpıp hurda da olabilir. Şimdi herşey yere düşerken biraz sonra göğe düşmeye başlayabilir. İnsanlar hergün yaşlandıkları gibi gençleşebilirler de. Hangisinin nerede ve ne zaman olacağı belli değildir. Kaos'ta hiçbir kural geçerli değildir. Kaosu meydana getiren unsurlar birbirleri ile kaotik ilişkiler kurar. 2 kere 2 bazen 1, bazen 3, bazen 5 eder. Ancak bazen de 4 eder. Çünkü Kaos'ta "2 kere 2 hiçbir zaman 4 olamaz" diye bir kural da yoktur. Olsa idi, bu da bir nevi düzenlilik olurdu. Öte yandan 2 kere 2 nin ne süre 4 edeceği de bilinmez. Bazen bir an 4 edebileceği gibi bazen bizim süremizle birkaç dakika, bazen günlerce, hatta binlerce yıl da 4 edebilir. Okuyucu nereye gelineceğini anlamıştır. Düzensiz Kaos, düzensizliğine hiçbir sınır konamayacağına göre bir düzen ihtimalini de içinde saklar. Başka bir anlatımla "Kaos'ta hiçbir kural geçerli değildir" demek, aslında bu kuralın da geçerli olmadığını söylemektir.

Düzensiz Kaos'un içinde düzenli bir Kosmos ihtimalinin de Kaos'un tabiatı gereği olduğunu söyledik. Ama buna hemen itiraz edilecek: "Bu çok küçük bir ihtimal." Doğru. Ama bu ihtimal vardır. Ve Kaos ezelden beri çılgınca kaynaşırken bütün ihtimalleri deneyecek kadar vakit bulmuştur. Dolayısıyla yeteri kadar uzun bir süre sonra bir gün bu ihtimali de yakalar ve ... düzenli bir Kosmos'a dönüşür. Bu şu veciz şekilde ifade edilir: "Kosmos zorunlu bir tesadüftür."

Kosmos milyarlarca yıldan beri vardır. Ancak ömrünün ne kadar olacağı bilinmemektedir. Kaos felsefemizden yola çıkarsak, zamanla sınırlı bir ihtimal mi denenmektedir; yoksa Kaos'taki son ihtimal olan sonsuz ömürlü bir Kosmos mu oluşmuştur?

Felsefi metodlarımız, ne yazık ki, bu soruya cevap vermekte bize yardımcı olamıyor. Yarın uyandığımızda (eğer uyanabilirsek) tekrar Kaos'la karşıkarşıya gelmemiz halinde yapacak pek bir şey yoktur. Belki de bizim için sorunlar Kosmos'un ya da Evren'in şimdiye dek olduğu gibi varlığını devam ettirmesi halinde vardır. Böyle olmasa bile biz Kosmos'un, en azından uzun müddet varlığını sürdüreceğini varsayarak küçük araştırmamızı sürdürelim.

Kosmos'un içinde insanın ortaya çıkışı da Eski Yunan'dan beri merak konusu olmuş ve buna cevaplar verilmiştir. Ancak bu konuda sözü fazla uzatmak istemiyorum; sadece tarihi görüşleri özetleyeceğim: Eski Yunan'dan beri Kosmos'un içindeki Dünya ve dünya üzerindeki bitki hayvan ve insanlarla, olduğu gibi oluştuğunu kabul eden görüşler olduğu gibi; canlıların yeryüzünde bir evrimle oluştuğunu da kabul eden görüşler çıkmıştır. Birincisini kabul edersek canlıların varlığı kosmik yapının doğal bir bileşeni; ikincisini kabul edersek canlıların evrimi kosmik düzenin işlemesi açısından doğal bir sonuçtur. Dolayısıyla her iki izah şeklinde de o derece büyük bir mantıki güçlük yoktur.

İNSAN DENEN ŞU GARİP

Kanaatimce güçlükler insan tabiatı denen garip olgunun incelenmesiyle başlıyor. İnsan tabiatının bir parçası olan insanın toplumsallığı ahlak felsefelerinin inceleme konusu olmuştur. Bu anlamda da Eski Yunan'da ortaya atılmış çeşitli görüşler vardır. Biz burada bunların üçünü özetleyeceğiz: Hedonizm, Epikürizm ve Sokrat ahlakçılığı.

Hedonistler, hayatın insana mucizevi bir armağan olduğunu, dolayısıyla her anını zevk alarak değerlendirmek gerektiğini iddia ettiler. Hayatın amacı maksimum haz almak idi ve ahlaklı insanın görevi bütün hayatını haz peşinde harcamaktı. Ancak sürekli haz peşinde koşmanın hazza ulaşmak bir yana felaketler getirdiğinin anlaşılması çok uzun sürmedi.

Filozof Epikür, dengeli bir hayatın önemini vurguladı. İnsan sürekli haz peşinde koşmaz ise sonuçta gelecek felaketlerden kendini koruyabilirdi. Bu aydınlanmış egoizmin yolu oldu. Buna bir örnek verirsek: İnsan bütün vaktini zevk peşinde para harcamaya ayırırsa bir süre sonra parası tükenir ve acınacak bir hale gelir. Ahlaklı insan zevkleri için para harcadığı kadar; bu parayı kazanmanın sıkıntıları için de hayatında vakit ayırmalıdır.

Ancak insan toplumsal bir hayvandır. İhtiyaçlarını toplum içinde karşılayabilir ve hayatını koruyabilir. Sadece kendini düşünerek düzenlenmiş bir hayat insanın muhtaç olduğu toplumun bekasını garantiye almaz. İnsanın toplumu korumak için fedakarlıklar yapmasının gerektiği zamanlar olacaktır. Belki bu da Epikürizm içinde açıklanabilir; ama ya insandan toplumu korumak için canını vermesi istenirse?

Sokrates inandığı doğrular için canını verdi. Ona göre o doğrular Atina toplumuna hava, su ve ekmek kadar gerekliydi. Ancak bu fedakarlığın "Öteler" düşüncesi olmadan yapılabilmesi pek mümkün değildir. Belki hayatın zorunluluklarını kavrayan filozoflar böylesi fedakarlıklara "Öteler"i düşünmeden de katlanabilirler; ancak bunu meslekten filozof arkadaşları dışında halkın başka kesimlerine anlatabileceklerini ve onları inandırabileceklerini sanmıyorum. Bir toplumda sadece filozofların fedakarlığı da yeterli değildir.

DARWİN VE İNSAN

Biyolog gözüyle bakarsak, tabiattaki bitki ve hayvanların, geçirdikleri evrim sonucu bu dev üst-organizma içindeki rollerine uymuş olduklarını ve fonksiyonlarını yerine getirdiklerini görürüz. Belki, özellikle hayvanlar için tabii ortamda yaşadıkları hayattan "hayvani bir mutluluk" duydukları ya da en azından bir "iç dinginlik" içinde ömürlerini sürdükleri söylenebilir. Ama bu insan için tamamen geçerli değildir.

İnsanoğlunda, tabii biyolojik süreçlerle açıklanamayacak, dolayısıyla da evrim mantığı ile de örtüşmeyen, "garip ve esrarengiz" bir taraf vardır. Bir canlı topluluğunun insanlar olduğuna hükmetmek için uzun seneler önce ortaya atılmış olan şu iki kriter bugün de geçerliliğini korumaktadır: Sanat eserleri yapma ve ölüleri için mezar inşa etme.

Mezar inşaı ile başlayalım. Ölülerini gömmek evrim teorisi ile belki açıklanabilir: Ölenden bulaşıcı hastalıkların bulaşmasını engellemek için içgüdüsel bir eylem. Ancak açıktır ki, mezar inşa etmek bundan öte bir şeydir. Birçok ilkel kültürde mezara ölünün eşyalarının yanısıra yiyecek içecek de konurdu. Ölüyü "aslında canlı" varsaymaktan kaynaklanan bu uygulamalar bugünün kültürlerinde daha incelerek sembolik anlatımlara dönüşmüş ve mezar inşaını etkilemiştir.

Sanat eserleri yapmaya gelince. Bu faaliyeti ikiye ayırabiliriz: Süsler ve diğer sanat eserleri yapma. Süsler, evrim teorisi içinde açıklanabilecek olgulardır. Özellikle kadınların süslenmesi ve böylece kendilerini karşı cinse çekici göstermek istemeleri neslin devamı ile ilgili bir güdü olarak evrim mantığı içinde tarif edilebilir. Ama duvarlara resimler çizmek, heykeller ve başka tür sanat malzemeleri üretmek evrim mantığının dışındadır. Bunların üretimine harcanacak zaman ve enerji yiyecek toplamaya, avlanmaya ya da barınak inşaına ayrılsa evrim açısından büyük avantajlar elde edilmiş olurdu (1).

Bu eleştirilerimize Hegel'in bir tespitini de ekleyebiliriz: İnsan şeref ve itibar elde etmek için hayatını tehlikeye atabilir. Hegel, bu "insani hal"i ("garip hal" yerine kullanıyorum) tarihin başlatıcısı kabul etmiştir.

Fukuyama'ya (2) göre insanlar yalnız idealar aleminde varolan fikirler uğruna en aşırı maddi zorluklara dayanabildiklerini kanıtlamışlardır. Bunlar ineklerin kutsallığı ya da Kutsal Teslis'in doğası uğruna savaşmak olduğu kadar; Hindistan gibi dev bir toplumun kutsal inekler uğruna yüzyıllardan beri hayvani protein yemekten vazgeçmesi ve bu yetmiyormuş gibi yediği bitkisel gıdaları kutsal inekleriyle paylaşması olabilir. Bugünlerde istisnaları görülmekle birlikte, Hindistan'da sokaklarda başıboş dolaşan kutsal ineklerin bir zahire dükkanına ya da manava girerek dükkan sahibinin mallarından otlanması uğur ve bereket kabul edilir. Öte yandan Kutsal Teslis uğruna birçok Avrupalı rahibin yüzyıllar boyu neslini sürdürmekten vazgeçmesi de söylenmelidir. Dolayısı ile evrim gerçeklerine uygunluğun kültürel gelişmişlik ile de ilgisi yoktur. Evet insan tabiatında "tabiatın" ötesinde bir garip ve esrarengiz hal vardır. Ve eğer evrim açısından bakacak olursak insan belki de evrimsel bir "sapma"dır: Evrim nihai zafere ulaşmak üzereyken bu son ürünü hedeften sapmıştır. Mükemmel sonuç için, Homo Sapiens yok olmalı ve Cro Magnon yaşamalıydı.

Bu noktaya insan türünün yeryüzüne yayılmış ve her iklimde tutunmuş olması delil gösterilerek itiraz edilebilir. Ancak hamam böcekleri ve fareler de insan kadar yaygın ve uyum kabiliyeti olan türlerdir. Bugün birçok canlı türünün koruma altına alındığı ve yok olduğu bir dönemde insanlar var güçleriyle uğraşmalarına rağmen bu iki türü yok etmeyi başaramadılar. Dahası global bir nükleer savaşın galiplerinin yalnız hamam böcekleri ve fareler olacağı da tesbit edilmiştir. Şu işe bakın: Kendini yok etme riski taşıyan bir tür ve onun yol açtığı ve/veya açacağı felakete rağmen yaşamayı başaran iki başka tür!

ÖTELER VE BİZ

Demek ki, varlığımıza anlamlı ve tutarlı bir sebep arıyorsak bu evrenden olmadığımızı kabul etmeli ve gözlerimizi bu evrenin dışına, "ötelere" çevirmeliyiz. Böylece "din" alanına giriyoruz. Evrenin "ötesi" ya da Gayb fikri her zaman bir Yaratıcı ile birlikte düşünülegelmiştir. Basitçe ifade etmek gerekirse Evren ezeli bir varlık olan Tanrı tarafından yaratılmıştır.

Ancak bütün tektanrılı dinler Tanrı'ya bir kişilik, bilgi ve merhamet atfederler. Dolayısı ile Tanrı'nın bu evreni yaratışında bir hikmet olmalıdır. Konuyu daha genelleştirirsek dinler varlık aleminin "nasıl"ından çok "niçin"ini açıklamak görevini almışlardır. "Nasıl"ı açıklamak daha çok bilimin konusudur ve 20.y.y.da bu açıklamalar konusunda çok ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir.

Bir başka konu, Tanrı ve varlık ile ilgili bilgiler veren her dinin bunun sonucunda muhatabı olan insanı sorumluluk altına sokması ve ondan iyi ve doğru davranmasını beklemesidir. Dolayısı ile din "iyi-kötü" ve "doğru-yanlış" gibi bilimin konusu dışındaki değer kategorileri ile de ilgili bir sistematik kurar.

İNSAN TABİATI

Dinler akıl sahiplerine gönderilmiş çağrılardır (3). İnsan aklında doğruyu yanlıştan ayıracak bir doğal yetenek vardır. İnsan doğarken aklı bir "tabula rasa" (boş tahta) değildir. Bu dünyaya bir takım "a priori" (denenmeden bilinen) bilgilerle gelir. Bir örnek vermek gerekirse "nedensellik", yani herşeyin bir nedeni olması gerektiği bilgisi "a priori"dir. Parmağını ateşe sokan bir küçük çocuk bunu bir daha tekrarlamaz. Çünkü gayrı ihtiyari zihninde şu soru oluşur: "Parmağımı ne yaktı?" Bu sorunun oluşması için çocuğun şunu bilmesi gerekir: "Parmağımın yanmasının bir nedeni var." İşte bu bilgi deneyle edinilmez. Sorusunun cevabını araştıran çocuk kısa sürede ateşin yakıcı olduğunu anlar ve bir daha parmağını ateşe sokmaz. Eğer nedensellik bilgisi onda olmasa idi, "parmağımı ne yaktı?" sorusu da zihninde oluşmayacak ve çocuk tekrar tekrar parmağını ateşe sokacaktı. İşte akıl, tecrübeleri kendindeki bu "a priori" bilgilerle kıyaslayarak yeni bilgiler edinir.

Düşünce faaliyetinin sistematize edilmesi demek olan felsefe, bütün bilimlerin atası olması açısından tarihen olduğu gibi, düşünmeyi disipline etmesi açısından bugün de müstesna bir yere sahiptir. Sizden yüzyıllar önce yaşamış bir filozofun eserini okurken birden heyecanlanıp; "gerçekten doğru, burada doğru söylemiş" dediğiniz oldu mu? Eğer oldu ise bunu nasıl bildiniz?

Felsefenin diğer bilimlerden farklı bir özelliği insana zaten bildiği bazı şeyleri "hatırlatarak" onu bilgilendirmesidir. Felsefe öğrenme faaliyetinin açığa çıkardığı bu "iç bilgi", örneğin yukarıda açıklanan nedensellik gibi, kısmen insanın doğarken sahip olduğu, ancak farkına varamadığı bilgiler, kısmen de hayatının ilk yıllarındaki basit tecrübelerinden edindiği ve genellikle üzerine ittifak edilmiş bilgilerdir; örneğin 'havaya atılan şey yere düşer' gibi. Bir şekilde bakıldığında basit ve değersiz görülebilecek bu bilgiler, yakından ve dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, aslında insanlığın şafağından beri süregelmiş bilgilenme macerasının temellerini oluştururlar ve bu açıdan çok değerlidirler.

Kimi düşünürlerin "sağduyu" adını verdikleri bu iç bilgi külliyatına dinler "temiz kalp" ya da "fıtrat" yani insan tabiatı adını verirler. Özellikle gayb ile ilgili konularda bu "iç bilgi" çok önem taşır ve dinler dönerek tekrar tekrar bu bilgiye atıfta bulunurlar. Dinler açısından asli insan tabiatı Tanrı'nın yeryüzündeki delillerindendir (4).

Bu nedenle insanlara ışık getirme iddiasındaki bütün dinler insan tabiatı ile uygun olmak zorundadırlar. Örneklemek gerekirse yalanı, hırsızlığı, insan öldürmeyi hoşgören bir din bu dünyada yoktur; çünkü bunlar insan tabiatının kötü gördüğü şeylerdir. Başka ifadeyle bir din, yukarıda örneklediğimiz felsefi bilgilenme faaliyetindeki gibi "iç bilgi"ye hitap ederek insanlara bildiklerini "hatırlatır" (5). İnsanlar yukarıdaki mekanizma ile dinin mesajını doğrularlarsa o dine inanırlar. Şayet gelen dini mesajda iç bilgi ile örtüşen ve onun tarafından doğrulanan bir şey yoksa o din yayılmaz ve taraftar bulamaz. Kısaca din bize yeni bir şey öğretmez; bizde var olan ama üstü örtük doğruları "hatırlatır". Bu nedenle bu çalışmada, genel anlamıyla değişik dini telakkileri, özel anlamıyla da Teodise'yi ya da "hayır ve şer meselesi"ni, bize neyi ve nekadar "hatırlattığı" ile inceleyeceğiz ve gönül rahatlığı ile bir hüküm vermeden sorgulamayı kesmeyeceğiz. Bu çaba bizim Hakk ve Hakikat'e olan borcumuzdur.

KLASİK GÖRÜŞ

Klasik görüş, Tanrı'nın alemi insanları denemek için yarattığı ve Şeytan'a da bir süre vererek, kimin ona ve kimin Tanrı'ya uyacağını deneye tabi tuttuğudur. Bir ömürlük bu deneme sonunda Tanrı sözünü dinleyen insanlar Cennet'e ve Şeytan'a uyanlar onunla birlikte Cehennem'e gidecek ve hak yerini bulacaktır.

Bu klasik anlayışta birçok açıklanamayan noktanın olduğu bellidir. Öncelikle Tanrı'nın böyle bir deneye neden giriştiği açık değildir. Hikmet ve merhamet sahibi bir Tanrı ancak anlamlı işler yapar ve bundan da kastı İyi'ye varmaktır. Ama bu deneyin hikmeti ve sonunda nasıl bir genel hayr hasıl olacağı belli değildir. Dahası herşeyi bilen Tanrı bu deney sonucunu da bildiğine göre, deneye neden gerek duyulmuştur? Bu soruya klasik öğretinin verdiği bir cevap şudur: Tanrı, kendi bildiğinin hak olduğunu deneye katılan insanlara da bizzat yaşatarak göstermek istedi ki, sonuçta ceza görenler şöyle demesin: "Rabbim, 'siz kötüsünüz' diyerek bizi cehenneme atacağına bir fırsat verip bizi denese idin; belki hayır sahiplerinden olurduk." Böylece deneye tabi tutulanların kendi bilgileri için deneye tabi tutuldukları şeklinde bir totolojiye varıyoruz: İnsanlar deney içindir; deney bu insanların bilgisi için.

Bu sonuç anlamlı olmadığına göre bu "deney" konusunu "etkisiz faktör" kabul edip incelememizden çıkarabiliriz. O zaman geriye kalanlar, Tanrı, O'nun cennetlik kulları ve cehennemlik kullarıdır. Bu cehennemlikler daha yaratılırken cehenneme gidecekleri bellidir ve orada kendi yaratılışlarının cezasını çekerler.

Bir başka akla gelen de doğal afetler ve hastalıklar konusudur. İnsan hayatına trajediler getiren bu olayların varlık sebebi hiç açıklanmamakta; sadece Tanrı'nın bunların olmasından bir hikmeti amaçladığı söylenmektedir. Bu ise insan için, bu konuda hiçbir şey bildirilmediği halden daha fazla bilgi getirmiş; aklını ve kalbini doyurmuş değildir. Yine bir başka nokta Şeytan'ın varlığıdır. İnsanın bu alemde yaşayabilmek için yeterince derdi varken ne için bir Şeytan insan'ın başına musallat edilmiştir?

Bu problematik çerçevesinde sorulan sorulara cevaben geliştirilen dini felsefelere Batı'da "teodise" (6), İslam havzasında ise "hayır ve şer meselesi" denir.

ÜÇ GEÇİMSİZ KARDEŞ

Tartışma çerçevesi belki en iyi şöyle özetlenebilir:

1) Tanrı Kadir-i Mutlak'tır
2) Tanrı sonsuz rahmet Sahibi'dir
3) Kötü şeyler oluyor.

Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, bu ifadelerin herhangi ikisi birlikte anlamlı bir bütün oluşturmakta; ancak üçünü birlikte doğru kabul etmek ciddi güçlükler içermektedir. Buradan yola çıkan çağdaş ateist felsefeler, şu ikilem ile haklılıklarını temellendirirler: Eğer Tanrı varsa kötülük yoktur; eğer kötülük varsa Tanrı yoktur.

Aynı yerden yola çıkan teodiseler Tanrı'nın varlığının bu teorik güçlüklere rağmen mümkün olduğunu izaha çalışırlar. Bu teodiseleri de ikiye ayırabiliriz: -Yukarıdaki üç tesbiti uzlaştırmaya çalışanlar, -Bu üç tesbitin uzlaşmazlığından hareket edenler

İlk gruba girenler içinde önce ilhamını St. Augustine'den alan ve İslam dünyasını da etkilemiş "Özgürlük Teodisesi"ni inceleyelim.

Özgürlük teodisesinde bütün bu eleştirilere getirilen cevap, yaratışın nihai ve en mükemmel şeklinin bağımsız ve özgür varlıklar yaratmak olması, dolayısıyla insanın özgür olduğu ve bu armağan karşılığında kötülüklere katlanmak zorunda olmasıdır. Bu yukarıda tartışılan "deneyin anlamı" çıkmazını da ortadan kaldırır. Özgürlük teorisi iki temel ilkeye dayanır:

1) Özgür varlıklar yaratmak Yaradan'ın yapacağı en mükemmel iştir.
2) Bilgi bilinenden etkilenir; bilinen bilgiden etkilenmez (ya da eski tabirle "İlim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir).

İkinci ilkeyi açarsak, insanın ne yapacağı tamamen kendi elindedir; ve insan birşeyi özgürce öyle yapacağı için o Tanrı tarafından önceden öyle bilinmektedir. Bu bilgi özgür seçimi asla etkilemez. Önceden bilinmesi Tanrı'nın mükemmel bilgisine mahsus birşeydir; yoksa insana zorlanan bir kader değildir.

St. Augustine teodisesi doğal felaketleri de Şeytan ve diğer insanüstü özgür ruhların işi olarak görür. Ancak insanın ahlaki özgürlüğü kısmen açıklanabilir bir olgu iken Tanrı'nın Şeytan ve benzerlerini ne için kötülük işlemekte özgür bıraktığı çok açık değildir.

Özgürlük teolojilerinin son zamanlarda çok popüler hale gelen bazı başka yorumları ise alemde kötülüğün varlığının tamamen insanın özgürlüğü ile açıklarlar. Bu yaklaşımın iki vechesi vardır. Birinci ve daha felsefi vecheye göre, bu alemin kuralları insanların özgür olmasına, dolayısıyla kötülük işlemesine de müsait konuldukları için tabii kötülükler de oluşmaktadır. Örneğin: Bir insanı uçurumdan atarak öldürme özgürlüğü nedeniyle tabii kurallar yeterince yüksek bir uçurumdan düşenin ölmesini gerekli kılarlar. Ancak aynı nedenle bazen insan uçurumdan kazaen de düşerek ölebilmektedir. Bu ise ahlaki kötülük dışı bir "yan ürün" olarak tabii afetleri açıklar. Ancak bu ilkenin tabiatta görülen bütün felaketlere uygulanıp uygulanamayacağı tartışılmayacak kesinlikte değildir.

Özgürlük nedeniyle tabii afetlerin oluşumunun ikinci vechesi toplumların ahlaki tutumlarının zannedilenin de ötesinde tabiatı ve bu alemi etkilediği ve genel ahlak düşüklüğünün tabii afetler de oluşturabileceği fikridir (7). Bu fikir bugün çevrecilere (environmentalists) ciddi bir dini destek sağlıyor.

Ancak özgürlükçü teodisenin bu modern versiyonu içinde yerine tam oturmamış bir dini kategori vardır: Şeytan. Her kötülüğün nedeninin insani özgürlük olduğu varsayımları giderek doğrudan ya da dolaylı Şeytan'ı dikkat odağından bir kenara itmiş; hatta bazı yaklaşımlarda Şeytan'ın bir simge olduğu, kötülüğü kolaylıkla anlatabilmek için dinlerin "kişileştirme allegorisine" başvurduğu da düşünülmüştür. Fakat problemler bununla da bitmemektedir.

"Yaratmanın en mükemmel biçimi özgür varlıklar yaratmaktır" iddiası ilk bakışta çok parlak görünse de incelenmeye muhtaçtır. "Tanrı mükemmelliğini kime ispat için bunu yaptı" sorusunu bir yana bırakıyorum; çünkü buna hemen verilecek bir cevap "hiç kimseye ispat için yapmadı. Bu yaratışının mükemmelliğinden gelir; Tanrısal tabiatın bir icabıdır," olur. Tabii bu cevap doğal mantıki sonucuna dek götürüldüğünde "O başka türlü yapamazdı" gibi bir sonuca ulaşır ki, bu Tanrısal iradede zaaf demek olur.

Hıristiyan dünyasından gelme başka bir teodise de St. Ireneaus'a aittir. Son günlerde tekrar canlandırılan bu teodise modern evrim teorisi ile paralellikleri nedeniyle modern tartışmalarda ilgi çekicidir. Bu teodiseye göre alemde herşey mükemmele doğru koşmaktadır ve bu evrim içindeki evrene insanın gönderilmesinin nedeni burada "ruhunu geliştirmek"tir. Bu alemde çekilen çileler ve acılar insanda bir ruhi olgunluk meydana getirir ve bu çok değerlidir.

Bu teodise ilk bakışta parlak görülse de bu ruh gelişimi için ödenen bedelin çağlar boyu sürmüş insanlık acıları dışında büyük oranda "ruh kaybı" da olduğunu hatırlamak zorundayız. Çünkü acılar ne yazık ki herkeste ruhi olgunlaşma sağlamamış; birçok insan, belki de az sürecek sıkıntılarından kurtulmak için bu dünyanın parıltısına kanmış ve kaybetmiştir. Bunun önemli olmadığı, kazanan ruhların kaybedenlerden çok büyük değer ifade ettiği de söylenebilir. Bu belki doğrudur. Ancak Tanrı'nın bu ruhi kaliteleri bütün kullarına ve hiçbirine acı çektirmeden verebileceğini de unutmayalım. Bu noktaya da şöyle itiraz ediliyor: Kimse eline hazır verilmiş bir hazinenin değerini bilmez. Ama acılar pahasına elde ettiğinin değerini bilir ve bu dünya tecrübesi bu nedenle önemlidir. Bu son iddia Ireneaus teodisesini Augustine'in özgürlükçü teodisesine yaklaştırmaktadır. Özgür ruhlar zorla iyi edilemez; bir bedel ödeyerek iyiliğin değerini öğrenmelidirler. Ama bu da başka türden bir zorlama değil midir? Evet, belki de özgürlükle birlikte varolabilecek tek mümkün zorlama.

Özgürlük zamanımızın moda bir kelimesi olup, başlıbaşına bir değer taşıdığı, artık herkesin pek de düşünmeden kabul ettiği bir varsayımdır. Ancak bunu kabul edenler, ne hikmetse bunun getirdiği kötülüklere katlanmakta hiç de istekli görünmüyorlar. Halbuki özgürlük, bazen en güzel şeylerin yıkımı ile de sonuçlanıyor.

4000 senelik uygarlık tecrübesi, insanın bu sınırsız özgürlükten memnun olmadığı ve ahlak kuralları, yazılı yasalar ve devlet gibi toplumsal kurumlar ihdas ederek özgürlüğü kısıtlamaya ve güvenliği artırmaya yönelik hareket ettiğini gösteriyor. Ne ilginçtir ki, bu faaliyetler sırasında insan en büyük fikri desteği de dinlerden alıyor. Dolayısıyla, şu soru akla geliyor: Özgürlüğün olması için kötülüğün olması şart mıdır? Özgürlük başka türlü de olamaz mı? Daha açık ifade edersek kötülüğe geçit vermeyen sınırlanmış bir özgürlük; sınırsız bir özgürlükten daha iyi değil midir? Ya da Cennet iyinin ve özgürlüğün böyle mükemmel bir harmonisini temsil etmiyor mu?

Bir başka iddia alemde aslında kötünün olmadığı; sadece iyilik eksiğinin olduğudur. Herşey birşeye göre daha iyi ve bir başkasına göre daha kötüdür. Dolayısıyla iyi ve kötü izafi kavramlardır. Aslolan İlahi rahmet ve Nur'un alemi tamamen doldurmamış olması ve O'ndan nasibi çok olanların iyi, şimdilik yeterince nasibi olmayanların kötü görünmesidir. Bazı açılardan Ireneaus teodisesine benzeyen bu görüş aslında çok daha köklü bir felsefi geleneğe dayanmaktadır. İslam tarihinde İşrak felsefesi olarak geçen bu görüşün takipçileri yukarıda da söylediğimiz gibi Tanrısal Nur'un bu alemi aydınlattığını; kimi varlıkların bundan çok nasiplenip iyi, kimilerinin de az nasiplenip kötü göründüğünü söylerler. Aslında herşey bir diğerine göre daha iyi; yine bir diğerine göre de daha kötüdür. İyi ve kötü mutlak değil görecelidir. İdealist relativizm de diyebileceğimiz bu görüşün takipçileri; bu evrensel aydınlanma sürecinin devam ettiğini, herşeyin Nurlar Nuru'na (Nur ul-Envar) doğru ilerlediğini, alemin sonunun mutlak hayr olduğunu ileri sürerler. Alemin büyük bölümünün nasıl olup da Tanrısal Nur'dan uzak düştüğü problemine de; Tanrı'nın alemi yaratmadığı, alemin ezelden beri varolduğu Tanrı'nın alemi rahmet nurları ile kendi etrafında toplayarak kaosa bir düzen verdiğini ve evrensel tarihin bu düzenin tamamlanması ile biteceğini söylerler.

PLATON VE MİMAR TANRI

Aslında İşrak'tan çok daha geniş ve gerek İslam aleminde gerekse de Hıristiyanlık aleminde tarih boyunca takipçileri olmuş bu görüşün babası Platon'dur. Platon, evreni Tanrı'nın yarattığını değil; ona düzen verdiğini söyleyerek; tarih boyunca günümüze dek gelen bir akım oluşturdu. Platon'dan yüzyıllar sonra neoplatonistler elinde mükemmelleştirilmiş bu görüşü okuyucudan sabır dileyerek özetleyelim.

Platon'a ve takipçileri neoplatonistlere göre varlık alemi iki ayrı cevherden oluşmuş iki bölüme ayrılır: Manevi alem ve maddi alem. Her iki alem de ezelidir; yaratılmamıştır. Tanrı manevi bir varlıktır ve manevi alemde bulunmaktadır. Yapıdaki temel farklılıklar nedeni ile bu maddi alemden görülmesi ya da hissedilmesi mümkün değildir (8). Öte yandan maddi alemde bir düzensizlik ve kaos hüküm sürmektedir. İşte Tanrı'nın işi bu alemdeki kaosa son vermek ve ebedi düzenini kurmaktır. Dikkat edilirse Platon'un evren felsefesi Yunan ateist evren felsefelerinin bir başka versiyonudur.

Ancak yapısal farklılık nedeniyle Tanrı'nın bu alemde bizzat zuhur etmesi mümkün değildir. Bu nedenle "emr"i yerine getirecek katından "şerefli bir elçi"yi bu göreve atamıştır: Demiurgos. Demiurgos güçlü bir melektir ve görevi maddi ve manevi alem arasında irtibat kurarak Tanrı'nın düzen emirlerini bu aleme ulaştırmak ve uygulamaktır. Ancak bu dolaylı yöntemlerin evrenin düzenlenmesi için uzun zamana ihtiyaç gösterdiği açıktır. Bu süre zarfında insana düşen "hayr"ı Tanrı'dan bilmek ve kötülüklere karşı sabretmektir.

Bu felsefenin Hıristiyan ve İslam dünyalarını yüzyıllarca etkilemesi nedeniyle Platon'un kavram ve kategorileri bu havzaların insanlarına daha duyar duymaz "tanıdık" gelmektedir. Platon'un maddi-manevi alem düalitesi her iki dünyada da kabul edilmiş; öte yandan Hıristiyanlıkta tüm evrene sinmiş "Kutsal Ruh" düşüncesi; İslam'da ise Cebrail ya da Ruh-ül Kudüs'ün ancak Tanrı'nın "emri" ile inmesi düşüncesi birçok din alimi ve filozofça işlenmiş temalardır (9). Farabi, İbn Sina, kısmen aşağıda sözünü edeceğimiz İbn Rüşd ve son dönem İranlı alim Mutahhari ilahi adaletten söz ederken hep "maddenin nizam-ı tamm'ı kabul etmekteki yetersizliğinden" söz etmişler; birçoğu günah kavramını da yine bir madde olan insan bedenine bağlamışlardır. Tabii maddi bedenin yüzünden ortaya çıkan günahlar için ruhun (da) ceza görmesi burada açıklanması gereken bir konudur. Ama bundan daha da önemlisi Kaos'a düzen vermeye çalışan bir Tanrı'nın kötülükler için suçlanması doğru değilken, o kötülüklere karşı çok daha zayıf insanların kaotik bedenlerinden kaynaklanan kötülükler için suçlanıp ceza görebilmeleridir.

Ezeli maddi alem düşüncesinin Tanrı inancına getirdikleri ve ondan götürdükleri kendi taraftarlarının savunacakları bir konudur. Biz bu konuya daha fazla girmiyoruz. Sadece evreni yaratmamış ve dolaylı mekanizmalarla yürütmeye çalışan bir Tanrı varsaymanın sorunları daha da karmaşık hale getireceğini söyleyerek geçiyoruz.

BÜYÜK KİTAP

Tartışma konularımızı bir kere daha hatırlayalım:

1) Tanrı Kadir-i Mutlak'tır
2) Tanrı sonsuz rahmet Sahibi'dir
3) Kötü şeyler oluyor.

Yukarıda bu üç tesbiti uzlaştırmaya çalışan görüşleri inceledik. Üç tesbiti de gerçekten birlikte savunabildiler mi bilemem. Şimdi bu uzlaştırmanın imkansızlığından hareket eden görüşlere geçeceğiz. Ancak önce bu alemin yapısı, iyi ve kötü üzerine birkaç kelime:

Bize kötü görünen ama sonu iyi çıkan birçok olayla hayatımızda karşılaşmışızdır. Filmlerde çok işlenen dramatik bir örnek yetişemeyip kaçırılan uçağın düşmesidir (10). Ancak dünyada hep böyle sonu kurtuluşa çıkan kötülüklerle karşılaşılmıyor; dört dörtlük trajediler de yaşanıyor. Dahası sonsuz kudret ve sonsuz merhamet sahibi bir Tanrı istediği an "kötü"yü kullanmadan sadece "iyi" ile "iyi" hasıl edebilir. Asıl O'na yakışan da böylesi değil midir?.

Bu son nokta son derece önem taşımaktadır. Çünki dostlar arası bir sohbette ya da bir ilmi yazışmada "aslında her şerrin sonu hayrdır" demek kolaydır. Ancak belki insana imanın en az lazım olduğu haller de bu hallerdir. İmanın insana en çok lazım olduğu bir hale örnek istenirse, beş yaşındaki kızları kaçırılan, tecavüz edildikten sonra başı taşla ezilerek öldürülen ve cesedi kireç kuyusuna atılan ana babanın, yavrularının cesedi kireç kuyusundan çıkarıldığındaki halleridir (11). Onları ne söyleyerek teselli etmeli?

Acaba dünyadaki hayr ve şerri çok mu büyüttük? Dünya hayatı geçicidir; dolayısıyla içindeki iyilikler ve felaketler geçicidir. O halde o iyiliklere ve felaketlere boş mu verelim? Bence bu iyi bir fikir değildir. Çünkü bütün tek Tanrılı dinlerde dünyadaki iyiliklerin mükafatı olarak ebedi cennet, kötülüklerin cezası olarak kimi zaman ebedi cehennem cezası verildiğine inanılır. Bunlar bu dünyaya ve burada olup bitenlere verilen önemi gösterir (12). Kaldı ki, ebedi bir cehennemin ebedi kötülüğü bu tartışmayı da gereksiz kılar.

Bu dünyanın geçici olduğu doğrudur. Ama yine de bazı nedenlerle çok önemlidir. Bunlardan bir tanesi bu dünyanın bir alem-i misal oluşu; insanın bilincinin gerçeğe açılması için içinde bir takım işaret ve deliller taşımasıdır. Biz doğruları bu alemdeki izdüşümlerine bakarak bulacağız. Bu anlamda evrenimiz "ötelere" işaret eden bir "Büyük Kitap"tır (13). Bu alem yaratılmıştır. Dolayısıyla göremediğimiz bir Gayb aleminden gelmektedir. Bu nedenle bu alemdeki misaller onun anası olan Gayb alemindeki asıllarını yansıtırlar (biraz Eflatuncu felsefe gibi olsa da, bu böyledir).

Bu anlayışla aleme baktığımızda bir karşıtlıklar dengesi görürüz. Erkek-dişi, artı-eksi, çekim kuvveti-merkezkaç kuvveti vs. Buna ilk anda iyi ve kötü de dahil edilebilir. Ama incelemeye devam edersek baştakilerin bir fonksiyon yerine getirmek için birlikte gerektiklerini ve birbirlerine yardımcı olduklarını görürüz. Neslin devamı için erkek ve dişi birlikte lazımdır; maddenin bir arada tutunması ve bazı tabii güçlerin (elektrik gibi) oluşabilmesi için artı ve eksi birlikte lazımdır; evrende kararlı yapıların oluşması için çekim ve merkezkaç kuvvetleri birlikte lazımdır. Ama iyi ve kötünün birlikte varlığı bir fonksiyon yerine getirmek için lazım değildir.

İyi tek başına varolabilir bunun için kötü gerekmez. Hatta bunlar birbirlerini bulundukları yerden kovan; dolayısıyla bir arada barınamayan kavramlardır. Hastalığın olduğu yerde sağlık olmadığı gibi, sağlığın olduğu yerde hastalık yoktur. Savaşın olduğu yerde barış olmadığı gibi, barışın olduğu yerde savaş yoktur. Adaletin olduğu yerde zulüm olmadığı gibi, zulmün olduğu yerde adalet yoktur vs. Bunların bir arada bulunduklarının zannedildiği her yerde ise dikkatle bakıldığında ikisinin arasında amansız bir mücadele olduğu ve birinin boşalttığı yeri öbürünün ele geçirmekte olduğu görülür. Dolayısıyla iyi ve kötü fonksiyonel karşıtlar değil; cevheri (tözsel) karşıtlardır.

İnsanoğlunun iyiyi anlaması için alemde kıyaslayabileceği bir kötünün de olması gerektiğini; bu anlamda iyinin kötüye ihtiyacı olduğunu iddia edenler olmuştur. Ancak bunu iddia edenlerin Cennet hayatı ile ilgili de bir açıklama getirmeleri gerekir. Çünki orada iyiden başka bir şey yoktur ve bu cennet ehline İyi'yi anlamakta bir zorluk çıkarmaz.

Bu görüşü öne sürenlerden biri olan Farabi bir tablodan örnek vererek yapılan resimde siyah rengin de bir işlevi olduğunu ve tek renk ile resim yapılamayacağını söyler. Farabi'den özür dileyerek bu analojiyi ben de yaparsam; bence şu örnek konuyu açıklamaya daha iyi gider: Bir saray düşünün ki, her tarafı tertemiz ve pırıl pırıldır. Ama temizlik iyi anlaşılsın diye sağa sola da öbek öbek pislik konmuştur!

ÜÇ GEÇİMSİZ KARDEŞ 2

Yukarıdaki meselemize dönersek:

1) Tanrı Kadir-i Mutlak'tır
2) Tanrı sonsuz rahmet Sahibi'dir
3) Kötü şeyler oluyor.

Bu üç önermenin bir arada olması mantıken mümkün değildir:

a) Eğer 1 ve 2 doğru ise, alemde kötü şeyler olmuyordur, ki bu durumda bu alemde yaşayan insanların davranışları da kötü değildir. O zaman insanları cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmak anlamsızdır. Zaten herşey ve herkes iyidir.
b) Eğer 1 ve 3 doğru ise Tanrı Sonsuz Merhametli değildir. Alemi yaratmakta sonsuz merhametten başka bir amacı vardır.
c) Eğer 2 ve 3 doğru ise o zaman Tanrı Kadir-i Mutlak değildir.

Bu görüşlerden ilkini (a) savunan düşünürler çıkmıştır. İbn Arabi bunlara örnek verilebilir. İbn Arabi alemin hayr olduğunu ve insan gözüne kötülük görünen herşeyin aslında iyi olduğunu, ama insanların cehaletlerinden dolayı bunları kötülük gördüklerini söyler (14). Bu tesbitin tabii bir mantıki sonucu da bu alemde bazı insanların yaptıklarının kötü görünmesine rağmen, aslında onların da genel bir hayra hizmet etmeleri, dolayısıyla Tanrısal düzende kendi üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmeleridir. Aleme alimin ilmi kadar zalimin zulmü de lazımdır. Bunların hepsi Tanrı'nın emri ile olmaktadır. Hiç kimse bu düzeni bozmaya güç yetiremeyeceğine göre hiç kimse de günah işliyor olamaz. Bizim dünyaya aldanıp "bu helal, şu haram" dememiz bir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla cehennem de yoktur. Kuran ayetlerinde sözü edilen cehennem azabı yanlış tefsir edilmiş olup, "azab" kelimesi "azubet" (= tatlılık) ile aynı kökten gelir.

İbn Arabi'nin fikirleri İslam dünyasındaki Tasavvuf hareketini çok etkilemiştir. Onun bu görüşleri daha sonraki mutasavvıflar tarafından tamamen benimsenmese de Tasavvuf'un kendine özgü "alemi ve insanları hoş görme" geleneğine temel oluşturmuştur.

Bu görüşlerden ikincisine (b) denk düşenlere örnek olarak İbn Rüşd gösterilebilir. İbn Rüşd'e göre Tanrı anladığımız anlamda İyi ve Kötü kategorileriyle açıklanamaz. Ona göre Tanrı "Evrensel Yasa"dır. Alemde belli bir sebep ve sonuç mantığı içinde hükmünü icra eder. Bu icra rahmet ve gazaptan arınmış olduğu için iyi veya kötü denemez. Bu Yasa'nın işleyişi bir bakış açısından adeta soğuk ve acımasız, bir başka bakış açısından ise tam adildir, çünkü uygulamada kimsenin gözünün yaşına bakılmaz, kimseye merhamet edilmez. Tabiidir ki, bu durum insana bazen iyi bazen de kötü görünür.

İbn Rüşd'ün Tanrısal yasası aslında tabiat kanunlarına tekabül etmektedir. Onun felsefesinde tabiat şaşmaz bir düzen içinde Yasa'ya uyarak işler. Örneğin yerçekimi Yasa'nın bir hükmü olduğu gibi, belirli meteorolojik şartlar oluştuğunda yağmurun yağması da Yasa'nın bir hükmüdür. Bu filozofun Endülüs'te başlattığı tabii bilimler geleneğinin, bu ülkenin sınırlarını da aşarak Avrupa'da rönesans ve reform hareketlerine yol açtığını unutmamalı. Onun takipçisi olan Latin İbn Rüşdçüler (Averroessists) ve onların izinden yürüyen tabiat filozofları evrenin Kutsal Yasa'sını keşfetmek için çalıştılar. Sonuçta Avrupa'da bilim ve teknoloji gelişti.

Şeriatı da dosdoğru bir hayatın kanunu olarak gören ve hayatının sonuna kadar bu kanuna uyan İbn Rüşd, buna rağmen bir müddet sonra felsefi görüşleri nedeniyle suçlandı ve gözden düştü. O yukarıda anlattığımız felsefi görüşlerinin doğal bir uzantısı olarak evrenin yaratılmadığını, Tanrı ile birlikte ezelden beri varolduğunu ve ebeden varolacağını söylüyordu. Bir kıyamet yoktu, dolayısıyla cismani haşr yoktu; ruhani haşr vardı. Tanrı evreni Yaratan değil Yürüten bir İlke idi (İlk İlke: el-İllet ul-Ula).

Rivayete göre birgün Endülüs halifesi, İbn Rüşd ve Kurtuba Medresesi şeyhi sarayın bahçesinde dolaşıyor ve sohbet ediyorlardı. Söz nereden geldi ise geldi ve şeyh, Kuran'dan inançsız bir kavmi cezalandırmak üzere toplanan kara bir azap bulutundan sözeden ayetleri okumaya başladı. İbn Rüşd sert bir cevap verdi: "Böyle zırva olmaz!". Halife ve şeyh dehşet içinde İbn Rüşd'e baktılar. O ufka baktı ve konuştu: "Başkadılık görevimden istifa ediyorum." İbn Rüşd için (kendi tabiriyle) bu ayetlerin zahiri manaları kabul edilebilir değildi. Çünkü fırtınalar bir kavim kötülük yaptığında değil, belli meteorolojik şartlar gerçekleştiğinde oluşurdu. Bu Tanrı'nın değişmez sünneti idi. İbn Rüşd'ün Tanrı'sına dua ve yalvarmanın bir fayda etmeyeceğini, anlatılanları dikkatle izleyenler artık anlamışlardır. Bu Tanrı mucize yaratmaz; onda avf, mağfiret ve rahmet yoktur; kılıç gibi keskin bir adalet vardır. Böylesine "soğuk" bir Tanrı'yı sevebilecek kimseler için İbn Rüşd bence mükemmel bir mürşiddir.

TANRI'DAN ÇOK TANRICILIK

Sözün burasına gelmişken Kadir-i Mutlak sıfatının ne anlama geldiği konusunu da ele almak gerekiyor. Bugün anlaşıldığı şekliyle Kadir-i Mutlak ya da "herşeye gücü Yeten" Tanrı'nın yapamayacağı hiçbirşey yok demektir. Ancak durum ilk anda görüldüğü gibi değildir. Tarihte de bu konuyu felsefi açıdan incelemek için birçok soru sorulmuş olup; bazılarını burada zikredelim:

1)Tanrı, istese kendisi gibi bir başka kadir-i mutlak ve sonsuz merhamet sahibi yaratabilir mi?
2)Tanrı kendini yok edebilir mi?
3)Tanrı bu alemde hiçbir gücün yıkamayacağı bir engel ve hiçbir engelin direnemeyeceği bir gücü birlikte yaratabilir mi?

"Herşeye gücü Yeten"in bunlara da güç yetirebilmesi gerekir. Ama en azından 1. ve 3. Sorulara bu açıdan cevap vermek çok güç görünüyor. Örnekler daha da uzatılabilir (15). Demek ki Kadir-i Mutlak kavramı ile şimdiye kadar kastedilenleri daha gerçekçi bir çerçeveye oturtmak gerekiyor.

Dikkat edildi ise, ilk grupta saydığımız St. Augustine, Ireneaus ve İşrak teodiseleri ile İbn Rüşd okulu, çözemedikleri diğer sorunların yanısıra farkında olarak ya da olmayarak Kadir-i Mutlak sıfatına ciddi sınırlamalar getirmişler; daha doğrusu bu sıfatı kaldırarak sınırlı bir Tanrısal kudret kabul etmişlerdir. Artık bu uzlaşmaz üç tesbitten ilki olan mutlak kudretten, gerçekçi olabilmek ve bir Tanrı'yı kabul etmek için vazgeçmemiz gerektiği anlaşılıyor. Böylece son seçeneğimizi incelemeye geçebiliriz.

TENZİH

Varlık alemi bir Tanrı'dan gelir. Başlangıçta yalnız O vardı. Alemdeki her varlık ve tezahürün kökleri O'ndan geldiğine göre kötülük ve iyilik de O'nda vardı. Ancak O içinden kendi şeytanını yani kötülüğü kovdu. Böylece kendini tenzih etti ve tenzihe layık oldu. Tarih böyle başladı.

Kovulan şeytan bünyesinde Kovan'dan gelen tabiatüstü bir kötü kudret barındırdığından Rahman ve Rahim Allah onu hemen yok edememiştir. Şeytan yaratamaz; çünkü yaratmak rahmet ve hikmetle olur; ama şeytan ifsad edebilir; yok edebilir. O Allah'ın hasmıdır.

Bu karanlık rakibi ile arasında ergeç bir savaş çıkacağını bilen Allah ilmi ve hikmetiyle alemleri yarattı ve onu Şeytan'a bir tuzak olarak hazırladı. Şeytan'ın Allah'a kastedebilmesi için önce maddi alemi aşması gerekir. İşte bu, maddi alemin yaradılış hikmetini de verir. Ancak Şeytan bu alemi aşamayacaktır.

Allah ve Şeytan'ın güçlerini birbirine denk saysak da, Rabb'de Şeytan'da olmayan iki şey vardır: İlim ve hikmet. O bununla geleceği görmekte; hasmının hamlelerini önceden bilmekte ve savuşturmaktadır. Şeytan'da bir kurnazlık olmakla beraber ilim ve hikmet olmadığından bu habis akıl çok ileriyi görememekte ve tabiatüstü gücünü büyük bir savurganlıkla harcamaktadır. Bu savaşı uzun vadede ona kaybettirecek olan da budur.

YENİ BİR TABİAT FELSEFESİ

Allah bu alemi bir tuzak olarak hazırladı. Şeytan için tuzaklar ve tuzaklar içinde tuzaklar. Bu o derece karmaşık bir tuzak mekanizmasıdır ki, onu geçmeye imkan yoktur (16). Şeytan bu alemde hükmünü sürdürmeye çalışmakta ve her seferinde başarısızlığa uğramaktadır. Çünkü alemde her ifsadı, her kötülüğü, her felaketi, bir düzelmenin, bir iyileşmenin, bir ilahi yardımın takip ettiğini görüyoruz. Bu alem Tanrı ve Şeytan'ın savaş alanıdır.

Evren, yapısı sağlam çatılmış bir tuzaktır. Gözlemlerimiz bu evrendeki her olayın bir takım kurallara ya da tabiat kanunlarına uyduğunu göstermektedir (17). Öyle görülüyor ki, Tanrı bu evreni yapısı gereği ve zorunlu olarak kurallı işleyecek bir şekilde yaratmıştır. Şeytan ancak bu kurallarla oynayarak kötülük ve ifsadını yapabilmekte; ancak kuralların kendisini değiştirememektedir. Elinden gelse kendi işine yarayacak yeni kurallar yaratırdı. Ancak daha önce tartıştığımız gibi onda yaratma gücü yoktur. İfsad ve yıkma gücü vardır. Onu da ancak bu sağlam konulmuş kurallar çerçevesinde kullanabilir. Kurallar sağlam olmasa idi; tuzağın yapısı bozulur; tuzak yok olur giderdi (18).

Ancak imkanlar karşılıklıdır. Tanrı da rahmet ve bereketini aynı kurallar çerçevesinde vermektedir. Tuzağı zayıflatmamak için kuralları değiştirmemektedir. İŞTE BU NEDENLE BU ALEM YARATILABİLECEK ALEMLERİN EN İYİSİDİR; çünkü TUZAKLARIN EN SAĞLAMIDIR. Bir örnek vermek gerekirse iyi tahkim edilmiş bir siper savaşta insana bir sarayın sağladığı rahat ve konforu sağlamaz; ama insan hayatını daha iyi korur; kendi yapılış amacı için en uygunu odur. Tanrı'nın yeryüzüne rahmet ve bereketini yayarken kurallara uyması ile Tanrı'nın mucizeler yaratmasını reddetmek niyetinde değilim; eğer mucizeyi bildiğimiz kuralların ötesinde olaylar olarak tanımlarsak. Yoksa bu evrendeki herşey birer mucizedir. Yukarıdaki dar anlamda mucizelere gelince; onlar da kurallara uymak zorundadır; ancak bilmediğimiz, daha keşfedemediğimiz kurallara. Tanrı'nın rahmet ve bereketini mucizelerle gösterdiği örneklere tarihte çok az rastlıyoruz; rahmet ve bereket daha çok bildiğimiz kurallar muvacehesinde gelmektedir (19). İlahi inayet veya cennet ise sonraki bir döneme mahsustur (20).

TENZİH VE İNSAN

Savaş bildiğimiz kadarı ile en azından son 25 milyar yıldır devam etmektedir (21). Bu süre zarfında birbirinden daha gelişmiş tuzak mekanizmaları ve varlıklar alemde var edilmiş ve nihayet Tanrı son zafer silahı olan insanı üstün yetkilerle bu dünyaya yollamıştır. İnsanları bu dünyaya göndermeden önce onlara son bir brifing vermiş ve karşılıklı bağlılıklar düzenlenen bir törenle hatırlanmıştır (22). Bu hatırlama çok önemli idi; çünkü görev zor ve uzun olacaktı. Ademoğlu bu dünyaya şerefle indi, Rabbinin katından kovulmuş değildi. Ancak görünüşte yoldan çıktığına dair bir oyun; yani savaş hilesi hazırlandı (23).

Ancak Şeytan sonradan insanların hatırı sayılır bir bölümünü kontrol altına almayı başarmıştır (24). Bu dünyada ne yazık ki, pekçok hayati konuda bir birlik sağlanmış değildir. İnsanlık parça parça ve birbirine düşman edilmiş haldedir. Şüphesiz birleştirmeye çalışanlar da vardır. Bu haller insanın bu dünyanın bir özelliği olarak özgürlüğe mahkum olmasından gelir.

İstesek de istemesek de bu dünyada özgürüz; çünkü insanın kalbi de Allah ile Şeytan arasında bir savaş alanıdır. Bu iki büyük kudretin insan kalbi üzerinde oluşturduğu dramatik dengede hangi kudrete uyacağına insan kendi cüz'i iradesiyle karar verir. Allah'ın yolunu seçenler ve yeryüzünde kötülüklere karşı direnenler öldükten sonra O'nun yanına gidecektir; onlara orada korku yoktur. Şeytan'ın yolunu seçerek bütün görev süreleri boyunca kalplerini günah ve kötülükle karartanlar ise ölünce Allah tarafından yanına kabul edilmeyeceklerdir. Tabii ki tövbe yolu açıktır. Çünkü içten bir pişmanlık kalbi temizler. İçten pişman olan insan, daha önce kendisine güzel görünen ve bu nedenle yapageldiği günahlarını artık iğrenç ve kötü görüyor demektir; dolayısıyla onları artık yapmayacaktır. Kısaca o artık başka bir insandır.

Ölüm bu dünyanın acı bir gerçeğidir. Her insanın alemdeki görevini bitirip Tanrı'nın yanına dönmesi için bu dünyada ölmesi gerekir. Ancak uzun ve hayırlı bir ömürden sonra çocuklar ve torunlar arasında huzur içinde son nefesini vermek "iyi bir ölüm" olurdu. Oysa insanların çoğu bugün tabii ömrünü süremeden Şeytan işi trajik ölümlere kurban gitmektedir.

TENZİH VE AHİRET

Günahkarların rahmetten kovulması bir İlahi intikam değil; savaş için zorunlu bir emniyet tedbiridir. Çünkü günahla kararmış ruhları Allah'ın melekutuna sokmak bozgun ve fesadın oraya yayılması demektir. Bu günahkar ruhlar kendi dostlarının (Şeytan'ın) yanına gideceklerdir. O da onlara dünyada kendi amacı için yaptıkları hizmetlerden dolayı "bildiği usulde" teşekkür edecektir. Bu teşekküre güvenen cehennemi arzulasın.

Ancak insanlığın doğru yoldan çıkmış bölümünün sonu da ebedi hüsran değildir. Çünkü bu alemlerin yaratılmasına sebep olan bu evrensel savaş bütün zamanların sonunda sona erecek ve şeytan yenilecektir (25). O zaman onun kalesinde acı çekenler de serbest kalacak ve artık onları kötülüğe bağlayacak bir güç kalmadığı için iyi olacaklar ve cennete kabul edileceklerdir (26). Cenneti düşlemek kolaydır. Tabiata bakın ve onda bu dünyanın hiçbir eksikliği ve kötülüğünün kalmadığını düşünün.

Amaçlar bilindiğinde ve aklı kurcalayan temel sorular giderildiğinde artık insana bir Rabbine güven duygusu gelir. Allah bu alemi açıklayabildiğimiz amacına en uygun şekilde yaratmıştır. Aynı amacı daha mükemmel bir alemle de sağlayamaz mıydı diye sorulabilir. Ancak burada ilahi rahmet ve hikmete güvenmek gerekiyor. Biz yukarıda saydığımız amaçlara uygun bir evren kuracak teknolojiye ve bilgiye henüz sahip değiliz. O'nun sonsuz bilgisine bu noktada güvenmeliyiz. Bu nokta tevekkülün başlangıcıdır. Ama bundan öncesi değil!

SONUÇ

Yukarıda anlatılanlar nakli doğrular ve akli doğrulardan yola çıkarak bir tefsir çerçevesi kurma girişimidir. Bize nakledilenlerin ne anlama geldiğini anlayabilmek için buna mecburuz. Anlamak ise, yukarıda söylediğimiz gibi, görevimiz ve sorumluluğumuzdur.

İnsanlığa gelen kutsal metinler genelde allegorik (müteşabih) bir anlatım tarzı yansıtırlar. Bu, anlam derinliğinin oluşabilmesi için tek yoldur. Böylece bir yandan az kelime ile çok şey anlatılabilmekte; öte yandan yüzey altındaki anlam katlarının açılabilmesi ilmi bir çabaya bağlı kılınarak belki de bu anlamların cahiller ve kötü niyetliler elinde heba olması önlenmektedir. Bu bağlamda ilk bakışta bütün kutsal metinlerde görülebilecek çelişkiler, belli felsefi sistematiklerle yaklaşılarak daha derin anlam katları kavrandıkça çözülmektedir. Bu çabalara rağmen üzerinde ittifak edilemeyen konularda Tanrı'nın insanlara tercih özgürlüğü tanıdığı kabul edilmelidir (27).

Kurulacak tefsir çerçevesi bir ve Rahman ve Rahim olan Allah'ı kabul etmelidir. Bunlar araştırmamızın başında tartıştığımız "iç bilgi"nin de doğruladığı ilkelerdir. Bunun dışında kurulan çerçevenin yine bu iç bilgiden gelen ve dolayısıyla ilahi kökenli olan akli doğrulara da uyması ve insanda bir şüphe bırakmaması gerekir.

Bu anlamda anlatılan son teorik çerçeve öncekilere kıyasla daha doyurucu görünmektedir. Sonsuz merhamet sahibi ve Kendisinden iyilikten başka bir şey gelmeyen bir Tanrı'yı kabul eder. Alemlerin ve insanın yaradılış sebebi açıklanır; onlar Tanrı'nın büyük savaşı için gereklidir. Bu alemdeki kötülük ve insanın günahkarlığı açıklanır, çünkü Tanrı ve insanın ortak düşmanı Şeytan varlık aleminin zulmet kutbunda faaliyetlerini sürdürmektedir. Ve herşeyin sonu hayır ve rahmettir.

Doğrusunu Tanrı bilir. Kullara düşen hayrı ümid etmek ve hayır işlemektir.

Ana Sayfa Yukarı Dön

Görüş ve düşüncelerinizi almak beni memnun edecektir.

e-mail: bilgi@gnostik.cjb.net

ya da web mesaj

-----------------------------------------------

DİPNOTLAR:

1) Bazı kültürlerde görülen çok kadınla evlilik de evrim teorisi ile açıklanmaya çalışılmıştır. Buna göre bir erkek, ne kadar çok kadın döllerse neslinin çoğalmasını o kadar garantiye alacak demektir. Tersi, yani bir kadının çok erkeği olması neslin devamı için anlamsızdır; dolayısıyla çok kocalılığın gelişmemesi evrim teorisi ile açıklanabilir. (Öte yandan bu gün Çin'de yaşayan ve kültüründe çok kocalılık olan bazı Tibet kabileleri komünist Çin yönetimince, bu ilkel geleneklerini terk etmeleri için ağır baskılara maruz bırakılmış; köyleri dağıtılmış; kabilelerin üyeleri birbirlerinden ayrı ayrı yerlere sürülerek bu kültür yok edilmeye çalışılmıştır. Ama kabile üyeleri bir araya geldikleri her fırsatta bu çok kocalılık geleneklerini uygulamak için inatçı bir direniş göstermişlerdir.)

Biz gene çok kadınlı kültürlere dönelim. Evrimciler için üzgünüm, ama bu kültürlerde görülen, kadın sadakatine verilen önem evrim teorisi ile çelişmektedir. Evet bir kadın neden uzun süreler, hatta çoğun bir ömür boyu bir erkeğe bağlı kalmalıdır ki? Evrim teorisi açısından anlamlı olan; bir kadının kocasından daha güçlü bir erkek bulduğu an eski kocasını terk etmesidir; ki güçlü bir erkekten döl alarak neslinin devamını garantiye alsın. Geri Dön

2) "Tarih'in Sonu ve Son İnsan"ın yazarı Geri Dön

3) Kuran 38/29: Sana bu mübarek kitabı ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Geri Dön

4) Kuran 41/53: Biz ayetlerimizi hem afakta hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerine Rabbinin şahid olması yetmez mi? Geri Dön

5) Kuran 38/87: Bu alemlere bir hatırlatmadır. 21/50: Bu gönderdiğimiz kutlu bir hatırlatmadır. Onu yalanlıyor musunuz? Geri Dön

6) Teodise: İngilizce Theodicy, Almanca Theodizee. Aslı Yunanca: Theos (Tanrı) ve Dikea (Adalet) kelimelerinden Geri Dön

7) Kuran 30/41: İnsanların işlediklerinden dolayı karada ve denizde fesat çıktı. Böylece O yaptıklarınızın bir kısmının sonucunu size tattırıyor. Belki ders alırlar. Geri Dön

8) Kuran 6/103: O'na hiçbir göz erişemez, ama O bütün gözleri görür. Geri Dön

9) Konuya bazı Kurani dayanaklar için bkz: 17/85, 58/22, 97/4, 2/210, 3/124-125 Kuran 17/85: Sana Ruh'tan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size bu konuda bildirilen çok az birşeydir. Geri Dön

10) Örnek yanlış anlaşılmasın: Sonu iyi çıkan kötü uçağı kaçırmaktır. Uçağın düşüşü bir trajedidir. Geri Dön

11) Bu gerçekten olmuş bir olaydır. Yeri gelmişken başka bir acı örnek: 20.y.y.ın son çeyreğinin bir insanlık trajedisi ve utancı Bosna-Hersek'te yaşandı. Bosna-Hersek halkı müslüman hıristiyan demeden 20. y.y. tarihinin en korkunç katliamlarından geçirildi. 250.000 insan öldü. 60.000 kadının ırzına geçildi. Milyonu aşkın kişi evlerinden sürüldü. Bu insanlara yardıma koşmak için daha ne beklendiğini soran birine tanıdığım bir kişi şu cevabı vermişti: "Eğer Allah dilemeseydi; bunlar onların başına gelmezdi. Onların haline acıyoruz. Ama biz kendi kendimizden sorumluyuz. Allah'ın bir bildiği vardır. Biz kendi işimize bakalım." Ve İslam Dünyası'nın büyük çoğunluğu belki de aynı duygularla böyle yaptı; o zavallı kadınlar ve erkekleri felaketleriyle başbaşa bıraktılar (Kuran: 4/75). "Bütün bunların sebebi kaderi yanlış anlamak!" diye itiraz etmekte acele etmeyin. Zaten burada kaderi doğru anlamak için tartışıyoruz. Geri Dön

12) Ateist arkadaşlarla bu konuyu zaten tartışmaya gerek yok. Onlar için sadece bu dünya vardır. Nasıl çok önemli olmaz ki? Geri Dön

13) Kuran: 12/105, 45/3, 51/20. Kuran 12/105: "Onlara göklerde ve yerde görecek çok işaretler var; ama öğüt almadan geçer giderler." Geri Dön

14) Buna Kuran'dan bir delil olarak örneğin 2/216: "... Bir şey hoşunuza gitmeyebilir ve sizin için iyidir; bir şey de hoşunuza gider ama sizin için kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz." Geri Dön

15) Bu soruları gerek Hıristiyan gerek İslam dünyasındaki filozofların "deli saçması" olarak gördükleri kayıtlara düşülmüştür. Dolayısıyla deli saçmalarına cevap vermek gerekmez. Ama acele etmeyelim; yine biraz sabır gösterelim. Soruları tekrarlarsak:

i)Tanrı, istese kendisi gibi bir başka kadir-i mutlak ve sonsuz merhamet sahibi yaratabilir mi?
ii)Tanrı kendini yok edebilir mi?
iii)Tanrı bu alemde hiçbir gücün yıkamayacağı bir engel ve hiçbir engelin direnemeyeceği bir gücü birlikte yaratabilir mi?

Birinci soruyu ikiye ayırabiliriz:

i-a) Tanrı kendisi gibi bir kadir-i mutlak yaratabilir mi? Bu soruya cevap verenler, alemde iki kadir-i mutlakın olamayacağını, çünkü kudretin bu ikisi arasında bölüneceğini söylerler. O zaman herbirinin hissesine sınırlı bir kudret düşecektir. Dolayısıyla Tanrı kendisi gibi bir Kadir-i Mutlak yaratamaz.
i-b) Tanrı kendisi gibi bir başka sonsuz merhamet sahibi yaratabilir mi? Merhamet paylaşmakla azalan bir şey değildir. Dolayısıyla burada cevap "Evet"tir.

ii) Tanrı kendini yok edebilir mi? Klasik kelamda Tanrı "kendini var ya da yok etmesi aklen muhal olan varlık" diye tanımlanır. Öte yandan insan kendini var edemese de yok edebilir. Bu trajedi dünyada hergün çok sayıda ümidini kaybetmiş insanın başından geçiyor. Demek ki, klasik anlayışa göre Kadir-i Mutlak'ın yapamayıp insanın yapabildiği şeyler vardır.

iii)Tanrı bu alemde hiçbir gücün yıkamayacağı bir engel ve hiçbir engelin direnemeyeceği bir gücü birlikte yaratabilir mi? Yine klasik görüşe göre bu ikisinin bir arada olması aklen muhaldir. Dolayısıyla aklen muhal şeyleri yaratması Tanrı'dan beklenemez. Ancak "aklen muhal" kategorisi ya da Kadir-i Mutlak'ın yapamayacakları listesi aynı filozoflarca hayli uzatılmıştır. Örnek verirsek: - Tanrı 2 kere 2'yi 5 kılamaz. - Tanrı parçayı bütünden büyük kılamaz. - Tanrı olmuş şeyleri olmamış ya da olmamış şeyleri olmuş eyleyemez. Dolayısıyla "Kadir-i Mutlak"tan çıkan mana aklın ve sağduyunun bize telkin ettiği bir takım kurallarca "kısıtlanmıştır". O halde araştıran zihnin, akıl ve sağduyudan destek alarak, bu sıfatın tek başına ve genel varlık tasavvuru içindeki anlamı ve anlamlılığı hakkında düşünme hak ve görevi vardır.

İlginç bir biçimde Kuran'da Tanrı'nın bir "eksiğini" tamamlamak istediğinden söz edilir. Kuran 61/8: "Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Ama kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır." Kendisini "Nurun ala-nur" olarak tanımlayan Allah (Kuran 24/36: "Allah yerin ve göklerin Nuru'dur... Nurun ala-nur'dur..." ) bu eksiğini tamamlayacağını beyan eder. Kimi görüşlere göre bu "nur" Kuran'dır ve tamamlanmıştır. O zaman son ayet nazil olana kadar "nur"da bir eksikten söz edilir. Eğer dünyanın iyilik ve adaletle dolması kastedilmişse bu daha tamamlanmamıştır; yine bir eksikten söz edilir. Geri Dön

16) Kuran 3/54, 8/31. Kuran 8/31: "Onlar bir tuzak kurdular; Allah da. Şüphesiz Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır." Geri Dön

17) Kuran 31/10: O gökleri direksiz yükseltti ve yeryüzünde sabit dağlar yükseltti... Geri Dön

18) Konumuz burada bir başka tartışmaya geliyor. Bu alemin Tanrı'dan bir parça olup olmadığı tarihte bir hayli tartışılmışsa da genellikle reddedilmiştir. İbn Teymiyye Tevhid'i "Yaradan'la yaradılanın farkını bilmek" olarak açıklar. Ancak evrende geçerli olan yasaların uygulanmasının bizatihi Tanrı'nın işi olduğu (Sünnetullah) ya da Tanrı'nın evreni otomatik bir mekanizma olarak kurduğu ve artık onunla ilgilenmediği yolunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Araştırmamızda evren için "sağlam bir tuzak" tabirini kullandık. Bununla evrenin daha yaradılışında içine kendini yürütebilecek bir "otomatik mekanizma" konulduğunu varsayıyoruz. Ancak bu araştırmamızın tamamı incelendiğinde anlaşılabileceği gibi, "Tanrı'nın bu evrenle artık ilgilenmediği" anlamına gelmemektedir. Tanrı evreni hayra götürmek ve şerri ondan gidermek için "her an bir iştedir". Geri Dön

19) Olaya bir başka şekilde yaklaşabiliriz: Tanrı, hiçbir tabiat kanununa uymayan mucizeler de yaratabilir. Kullarına yardım etmek, yetişmek için bu yolu da kullanabilir. Bunun için evrende bir kapı aralanmıştır. Ancak "kapı aralıktır", ardına kadar açık değildir; yoksa Şeytan da, tabiri caizse, bu ardına kadar açık kapıdan içeri dalar; evreni yaşanmaz hale sokardı. Bu "aralık kapıdan" kastımız, fizik kanunlarındaki nedenselliğin gösterdiği bazı boşluklar (Heisenberg'in belirsizlik prensibi gibi), bunu takibederek kimyada, biyolojide, psikolojide ve sosyolojide giderek daha bariz hale gelen sebep-sonuç ilişkilerinde gevşeme ya da başka tabirle "istatistiki sebep-sonuç ilişkileri" diyebileceğimiz tezahürlerdir.

Fizikte kuralların nedenselliğinin daha sıkı olması; kimya, biyoloji, psikoloji ve sosyolojide giderek daha gevşemesi ilgi çekicidir. Anlaşılan o ki, birincilerin inceleme konuları evrenin temel işleyiş mekanizmaları olup, daha sağlam çatılmak zorundadırlar; diğer bilim dallarının inceleme konuları katman katman bu ilklerin üzerine inşa edilmişlerdir. Geri Dön

20) Bu dünyada insan varlığını sürdürebilmek için tabiat kanunlarına uygun yaşamak zorundadır. Bu, bir açıdan bakıldığında, hayatımızı kısıtlayan ve yanlış yapmamız halinde bunun bedelini bazan çok ağır ödediğimiz bir yüktür. Ancak Cennet'te bu zorunluluklar ortadan kalkınca rahmet cennet ehlini küll halinde kuşatacaktır. Geri Dön

21) Evrenin yaşı. Geri Dön

22) Kuran 7/172: Hatırlayın Ademoğlunu topladık ve onlara sorduk: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Cevap verdiler: "Evet."... Geri Dön

23) Kuran 2/36: " ... Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir müddet barınak ve geçimlik vardır." Ancak bu ayrılığın aslında olmadığını insanların ilk halinden bahseden şu ayet gösteriyor. 2/213: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah onlara uyarıcı ve müjdeci olarak peygamberler gönderdi..." Geri Dön

24) Kuran 34/20: Şeytan'ın onlar hakkındaki zannı doğru çıktı. Çoğu onu izlediler, az sayıda inanan hariç. Geri Dön

25) Gerçekten bu alemde bir savaş mı sürüyor? Birçok savaş filminde baskına uğrayan askeri üs askerlerini şöyle uyarır: "Dikkat! Bu bir tatbikat değildir." Allah da bizi böyle uyarmıyor mu? (Kuran: 21/17-19: Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. Eğer eğlence isteseydik, bunları yapmazdık. Biz istedik ki, doğru yanlışa galip gelsin...) Geri Dön

26) Bununla küll halinde Tanrı'dan uzaklaşmış ya da "düşmüş" yaradılmışların yine küll halinde "ıslahatından" ve bu dev metafizik projenin başarı ile sonuçlandırılmasından sözediyoruz. Benzer görüşler M. Carullah Bigiyef tarafından da ileri sürülmüştür (bkz. M. Carullah Bigiyef, Evrensel Kurtuluş, Söz Yay., İst. 1991) Geri Dön

27) Kuran'da 3/7 ayeti muhkem ve müteşabih ayetler olduğunu söyler. Ancak hangi ayetlerin muhkem hangilerinin müteşabih olduğu belli değildir ve bu tarih boyunca tartışılmıştır. Belki de Kuran'da üç üzerinde uzlaşılmış muhkemden bahsedilebilir: Besmele, kelime-i tevhid ve 3/7 ayeti. Geri Dön

Ana Sayfa    Yukarı Dön


MÜZİK KUTUSU:_

Albinoni: Adagio
Bach:  Inv4  Jesu, bleib meine Freude   Little Fugue   Bach?   Brandenburg Conc.   Double Conc. D Min. Fugue
Beethoven: Für Elise
Camille Saint Saens: İskeletlerin Dansı
Pachelbel:  Canon
Rimskiy-Korsakov: Şehrazad
Rossini: Wilhelm Tell, Uvertür
Verdi: Libiamo (La Traviata)
Vivaldi:  Bahar   Yaz
İspanyol Müziği: Habanera (Carmen, Bizet), Malaguena (Küba), Leyenda, Romans, Tarrega-Alhambra, Bir gitar şarkısı
Diğer:  Arioso   Sui3 2ai  Figaro (Midi dosyasından dinleyince Tom ve Jerry filmi izler gibi olsa da gerçekten Figaro)
 

Film Müziği:

Baba (Godfather Waltz, Marlon Brando, Al Pacino)
Dünyalar Savaşıyor (War of the Worlds)
Hayalet Avcıları (Ghostbusters)
İyi, Kötü, Çirkin (Clint Eastwood; çok iyi değil, daha iyisini arıyorum)
Kwai Köprüsü (Alec Guiness'in unutulmaz savaş filmi)
 
Vangelis:
 
Ateş Arabaları (Chariots of Fire)
1492 Amerika'nın Keşfi (Coulomb, Gerard Depardieu)
Antarctica
Chiamai (Profesyonel, Jean Paul Belmondo)
Rain Tea

Ana Sayfa    Yukarı Dön