Önceki_______İçindekiler_______Sonraki

Üçüncü Bölüm
Kelamcıların Eleştirisi
_

İslamiyet'in gelip geçmiş yahud şu güne kadar ulaşmış diğer semavi dinlere oranla gayet güzel birkaç meziyeti vardır:

Öncelikle İslamiyet, ezeliyet yanına (geçmişe) bakarken, önceden gelip, geçmiş milletlerin herbirine en az bir peygamber gönderildiğine kesinlikle iman edip, her toplumun dinine, kanunlarına, büyüklerine çok büyük saygı gözüyle bakar. Yahudilik gibi iktidar ve peygamberliği yalnız kendileriyle sınırlı tutmak iddiasında olmayıp, Hıristiyanlık gibi de Hz. Adem'den -aleyhisselam- Hz. İsa'nın -aleyhisselam- ölümüne kadar gelip geçen insanları ve genel olarak peygamberleri "cehennemde idiler" diye de inanmamıştır. Şu iki millet gibi, önceden gelip, geçen büyüklerin ve peygamberlerin muhterem-mukaddes ırzlarına dokunan, herhangi bir milletin dini hislerine ağır gelebilecek sözleri ya da hikayeleri dini kitaplarına koymamıştır.

Yani İslamiyet diğer milletlerin hiçbirini kalben de, fiilen de tahkir etmiyordu. Gelip, geçen bütün milletler, bütün insanlar için sınırsız olarak serpilmiş İlahi faziletlerin, gururuyla yalnız kendisine ikram edildiği iddiası da İslamiyet'te yoktu.

İslamiyet'in kendisi de İlahi Rahmet kadar genişti. Bu genişliğine göre de Alemlerin Rabbi Hz. Allah tarafından İslamiyet, insanlık alemi için genel, aynı zamanda sonsuza dek bir din olmak sıfatıyla; Varlığın Efendisi Hz. Muhammed-selam üzerine olsun- vasıtasıyla Kur'an-ı Kerim'de bozulup-değiştirilmesi imkansız mucizevi metniyle bildirildi.

İslamiyet'in bu seçkin erdemi insanlık aleminde süratle yayılmasına güçlü bir sebep de olmuştu. Fakat İslamiyet'in o genişliği o kadar uzun sürmedi. İnsanların bir çoğu, çok geniş olan İslamiyet'i kendi dar düşüncelerinde ve gayet dar gönüllerinde derinleştirmekte aciz kaldılar. Çünkü çaresiz, ya kendi gönüllerini geniş tutmak ya da İslamiyet'i kendi gönülleri kadar dar, adeta "hiçlik" yapmak zorundaydılar. Fakat kendi gönüllerini geniş tutmaktan aciz kalan insanlar, İslamiyet'i daraltmaktan korkmadılar. O zamanın siyasi şartları da buna müsaade etti.

Bu durumun etkisiyle İslam Alemi'nde dar gönüller kadar, çok ufak mezhebler kısa bir sürede oluşarak çoğaldı. Akledilebilenlerin dairesi kadar geniş olan İslamiyet, değil insanlığı kapsayabilmek, ufak bir şehirde toplanan küçük bir cemaati de iman dairesine alamaz oldu. İslamiyet "ya falan oğlu filan gibi inan ya da sonsuza dek cehennemde yan! Canın da malın da helal!.." gibi en büyük zulüm, en büyük cehalet temeline bina edilmiş bir parçacıktan ibaret kılındı. Neticede İslamiyet, sarıklıların keyfi arzularına hizmet ettirilen son derece kaba bir kural şekline dönüştürüldü.

Bu durumun kötü etkilerini sayıp bitirmek mümkün müdür? Fakat şüphesiz İslam Dünyasının başına gelen siyasi, içtimai belaların her birine genellikle bu durum temel neden olmuştur.

Şimdilik İslamiyet'in ezeliyet (gelecek) yönüne bakışı hakkında bu kadarını söylemekle yetinebilirim .. Çünkü bundan fazlası maksadımın dışındadır.

Asıl maksadım, ebediyet (gelecek) yönüne, yani bütün insanlık aleminin gelecekteki hayatına İslamiyet'in bakışı hakkında ayrıntılı sözler söylemektir.

Şu içinde bulunduğumuz dakikadan itibaren başlangıca doğru varlığın sonu aklen ya da rivayetle mümkün kabul edilirse de varlığın sonuç yönünde sonsuzluğu konusunda ihtilaf yoktur. Sonsuzluk yönünde kesintisizlik, varlığın devamı göksel haberlerde de, sağduyu sahiplerinin icma'ı (ittifakı)yla şüphesiz bir şekilde sabit olmuştur.

"Ebediyyet (gelecek) yönünde son yok!" demek gibi üzerinde derin derin düşünülürse -çok dehşetli bir ifadenin anlamı nedir?

Gelecekte sonu olmayan bir ebedilik, o kadar büyük o kadar geniş, sınırsız zamanlardan ibarettir ki milyon kere milyon asır o zamana o kıyasla bir saniye kadar bile olamaz. Belki matematiksel hesapların hepsi toptan sonsuzluğun büyüklüğüne, genişliğine oranla, hissedilemeyecek kadar küçük bir miktar olarak kalır.

"Siz dünyada sadece on gün eğleştiniz" diye, aralarında saklı saklı konuşurlar. Aralarında konuştuklarını Biz daha iyi biliriz. En akıllıları: "sadece bir gün eğleştiniz" der. (20:103-104)

Gelecekte sonu olmayan ebediyete oranla şu bizim dünyamızın ömrü de hissedilebilirlik derecesinden aşağı, son derece kısa bir süreden ibarettir.

"Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir." (Nahl, 77)

İnsanların tabii ömürlerini altmış, yetmiş sene kadar kabul etsek, normal durum aksine bir insanın yüz sene ömür sürdürdüğünü de düşünsek, insanlara takdir edilecek her bir ömür, dünyanın ömrüne oranla bunun gibi hissedilemeyecek bir göz kırpmasından ibaret olur.

Şu aşağılık dünyada yaratılışın başlangıcından şu dakikaya kadar gelip geçen insanların çoğu, şüphesiz, kendilerinin bir göz kırpması gibi olan ömürlerinde rahatlarına oranla daha çok zorluk ve sıkıntı görmüşlerdir.

Bir göz kırpması gibi olan ömürlerinde hiç rahat yüzü görmemiş insanlar, matematiksel miktarların hiçbiriyle sınırlandırılamayan ebediyet yönünde, hangi katında olursa olsun hiç bir insan kalbinin tasavvur etmeye güç yetiremeyeceği derecede dehşetli (bir eziyet) olan "azabla" sonsuza dek azablandırılacaksa, o zaman mutlak Bağışlayıcı, merhametlilerin en merhametlisi, alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın mutlak rahmetiyle, kapsayıcı bağışlayıcılığı nereye gitmiş olur? Yalnız bir göz kırpması gibi olan bir sürede durup ta, milyarlar kere milyar kadar asırlarca dehşetli şeklide azab eden zat, en merhametli veya Rahim olabilir mi? Öyle bir zatın intikamı, gazabı, oranlanmayacak derecede mağfiretinden daha geniş olmaz mı?...

Ben sadece bu tür düşüncelere itimad edip, bütün insanlığın kurtuluşu hükmüne varmış olsaydım, elbette insanlık aleminin sonsuza dek azablandırılacağına inanmış insanların Allah'a gösterdikleri saygı ve yüceltmeden, bin katı fazlasıyla alemlerin Rabbi Allah'ı saymış ve yüceltmiş olurdum.

Diğer milletlerin herbiri, gelecekte kurtuluşu, büyük bağışlanışı yalnız kendilerine has kılarken; ebediyet yönünde bütün insanlık aleminin kurtuluşu, İslam'ın inancı kılınabilirse, böylesine yüce bir inanç İslamiyet için son derece büyük bir değer olmaz mıydı?

Şüphesiz öyle yüce bir inanış, İslamiyet'in Tevhid'den sonra en büyük ikinci meziyeti olabilir.

Elimde hiçbir delilim olmasaydı bile böyle büyük bir değeri İslami öğretilerin esasları arasına koymak için İslamiyet'e sevgimin yönlendirişiyle elbette ki sonuna kadar içtihad ederdim. Öyleyse, elimde son derece açık deliller varken, ben niçin susayım?

İnsanlığın sonsuz geleceğiyle ilgili bu büyük meseleyi, benden önce İslam Alimlerinin en büyükleri keşfetmişlerse, bu konuda büyüklere uymak şerefi bana yeter. Eğer meseleyi benden önce hiçbir kimse söylememişse, yahut söyleyip de isbat edememişse, belki ilk kez yalnız ben ortaya çıkarmışsam, isbat için de delilleri yalnız ben bulmuşsam, bundan daha büyük bir şerefe ihtiyacım yok ! Ben bu dünyada böyle bir şerefle yetinirim.

İşte ben tabi olarak ortaya çıkarma şerefine nail olmak niyetiyle, kalbimde yerleşmiş bir inancı halkın mütalaasına sundum. Dört beş adamın suçladığı gibi, bu meselede bir fitne ihtimali yoktur. Şu saatte benim kalemimle mesele halka sunulmuşsa, şüpheniz, yarın bu mesele başka bir adamın gayretiyle halkın fikrine sunulacak.

"İnsanlığın gelecekteki hayatında İlahi Rahmet kapsayıcı olur mu? ya da "insanların çoğu İlahi Rahmet'ten sonsuza dek mahrum kalır mı?" meselelerine aid sözleri, kelamcılar kelam kitaplarında, tefsirlerde uzatmışlardı. Mezhebler, birbirlerinden ne kadar farklı olmuşsa da, sözler ne kadar çok söylenmişse de kelam kitapları genel olarak "İlahi Rahmet yalnız müminleredir; kafirlere değil" inancında ittifak etmişlerdi. Herkes imanı yalnız kendisine has kılıp, "İlahi Rahmet yalnız bana olur" inancındaydı. Buna yakın inanç İslam Aleminde, herkeste bu güne kadar devam etti. Kelam kitapları kendi taraflarına toptan cennete giriş belgesi ve cehennemden berat belgesi verip, muhaliflerine toptan haydutluk belgesi vermekten, yani cehennem yoluna giriş biletleri kesmekten başka bir şey bilmiyordu...

Kelamcılar sıra kendilerindeyken söyleyeceklerini söylediler, nöbet şimdi bize geldi.

Bundan sonra sıralayacağım delillerime bir anekdot olması niyetiyle burada kelam kitaplarında açıklanmış bir meseleyi nakledeyim:

Kelamcılar sevap (ödül) tahkikiyle ceza meselesinde; yani ibadeti itaat için ödül vermek, isyan, günah için de azab etmek meselesinde mezheplere ayrılmışlardı.

Kendilerine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ismini tahsis eden Eş'ari, Maturidi gibi mezhepler "sevap ile azabın hiçbiri, Allah'ın üzerine vacip değildir; belki sevap ilahi bir fazilet, azab ise, ilahi bir adalettir. Küfürden başka her günahı, Allah kendi iradesiyle af edebilir. Semavi kuralların zahirine göre küfrü af etmek asla mümkün değildir" derlerdi.

Bizim kelam ve usul kitaplarında "Mutezile" ismiyle anılan büyük bir mezhep vardır. Mezhebin sahipleri kendilerine "Tevhid ve Adalet Dostları" ismini verirler. Mezhebin kurucusu, sünnet ilimlerinde önderliğiyle, hutbelerindeki vaazlarındaki üstün söz gücüyle meşhur, İslam Dünyasının en saygıdeğer ismi Hasan el Basri Hz.'nin en büyük öğrencisi Vasıl b. Ata Hz.'ydi. Bu saygıdeğer İmam Vasıl Hz. de akılda, ilimde, ahlakta; Hasan el-Basri Hz.'nin bir nüsha olup, özellikte güzel konuşma konusunda en üst düzeye çıkmıştı.

İşte bu saygıdeğer imam Vasıl b. Ata Hz. sevap, azap meselesinde, üstadı Hasan el-Basri'nin görüşünden ayrılıp çok garip bir mezhep icat etti. Bu mezhebe göre "Taatlere (Allah'ın emirlerine uygun davranışlara) sevap vermek, günahlar için de eziyet etmek vaciptir; adaletin (!) gereği budur" muş.

"Taatlere sevap vermek vaciptir" sözünün kusuru, biraz ince düşünülürse, ortaya çıkar. Çünkü bütün varlık dünyasının zerrelerine kadar sahibi Mutlak Baskın olan Hazret-i Allah'a, aklen bir hakkı vacip kılmak bozulmamış akla terstir. Bu kadar açık olan bir hakikatte sözü uzatmayıp İslam İmamı Filozof Ebu'l-Ala Hz.lerinin "el-Luzumiyyat"ında geçen iki beyti burada bir münasebetle nakledeyim:

Bu iki beyti tam manasıyla düşünen herbir akıllı, kendinin çok küçük itaatleri için sonsuz surette cenneti değil vacip kılmak, hatta taleb etmekten bile elbette utanır. Biz açık aklın yönlendirilişiyle hidayet bulursak, anlarız ki insanlara nasib edilen her bir lokma, her bir içecek büyük bir İlahi lütuftur. Varlığımızın da, bizim hayatımızın da, ibadetlerimizin de bütünü bize Allah tarafından verilmiş büyük nimetlerdir. Bin değil, milyon kusuru olan ibadetlerimiz karşılığında Alemlerin Rabbi Hz. Allah'a yüce Cennet'i vacip kılmak çok büyük bir ahmaklık olmazsa, elbette Allah'ın sonsuz lütuflarına, sınırsız keremine güvenmek dolayısıyla insanın kalbini istila eden büyük bir gururlanıştır.

Ben böyle düşüncelere dalarken kelamcıların bu büyük cesaretlerine, -tabirimi affetsinler- gafletlerine, edepsizliklerine fevkalade şaşarım.

Meşhur Filozof Şair Sadi Hazretleri der ki:

İşte Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın büyüklüğüne uygun edep budur. Böylesi bir edep tabii ki Molla Celal, Taftazani gibi kelam kitaplarında bulunmaz. Bunun için Gülistan, Hafız Divanı gibi edebi kitaplar gerekir.

Sevabın vücubunun (gerekliliğinin) batıllığı hakkında bu kadar sözle yetinip, şimdi kelamcıların azabın gerekirliliği hakkındaki sözlerine bakalım:

Eşariler, Maturidiler tövbesiz bağışlanmanın cevazının küfrün dışında kalan günahlara hasredip, "küfür için elbette ikab vaciptir" dediler. Ama Vasıl b. Ata Hazretleri ve tabileri büyük günahları da küfür gibi kabul edip, büyük günahların her biri için muhakkak azab lazımdır inancındaydılar.

Büyük günahları bir yana bırakıp, sözümüzü "küfür için azabın gerekirliliği" meselesiyle sınırlandıralım. Çünkü asıl maksat bu meseleyi halletmektir. "Küfr için azab vaciptir" ifadesinde "vaciptir"le murad edilen nedir?

Kural koyucunun bir şey insanların üzerlerine vacip kılınabilir. Fakat bu mana ile gerekirlilik, Mutlak Egemen Hazret-i Allah hakkında şüphesiz hiç bir şekilde mümkün olamaz. Çünkü bu mana ile gerekirliliği ispat etmek gerekir.

Allah Azze ve Celle Hazretleri hakkında bu anlamda gerekirliliğin, aklen ve hukuken imkansızlığı, kesin olarak bilindiğine göre, kelamcılar kendi iddialarını biraz ma'kul olabilecek tarzda göstermek için iki çeşit gerekirlilik ispat etmeye mecbur kaldılar. Biri "Vucub-u Aleyh"(Üzerine vacip olmuş) diğeri de "Vucub-u Minh" (Ondan vacip olmuş) dediler. "Allah tarafından emrin indirilmesi, diğer bir zat tarafından emrin indirilmesi lazım gibi ise de, "Allah tarafından vaciptir" demek için belki Allah Azze ve Celle Hazretleri'nin kendi hükmüyle, kendisinin gerekli kılmasıyla bir şey Allah'ın üzerine vacip olabilir dediler: "Vaid hakkında varid olan:

"Ey kitap verilenler! Yüzleri silip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahud Cumartesi güncüleri lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce, elinizdeki kitabı tasdik ederek indirdiğimiz Kur'an'a inanın; Allah'ın emri daima yapılagelmiştir." (4:47)

"Allah: Benim katımda çekişmeyin, size bunu önceden bildirmiştim. Benim katımda söz değişmez, ben kullara asla zulmetmem." (50:28-29)

gibi ayetlerle büyük günahlar ve küfür için azab etmek Hazret-i Allah'ın kendi hükmüyle kendine vacip olur ise, bu durumda belki azab elbette caizdir, affetmek kesinlikle haramdır. Çünkü büyük günahlar veya küfür af olunup azab gerçekleşmezse, o zaman genel olarak göksel haberlerde özellikle Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde yalanın ortaya çıkması gerekir. Vaadden dönmek, yalan söz söylemek, Allah Teala Hazretleri hakkında aklen imkansızdır." dediler.

Kelam kitaplarını, tefsir kitaplarını son derece gayret ve büyük bir dikkat göstererek etüd eden her insaf sahibi bilir ki, şimdi açıklanan delil, -azabın gerekirliliği meselesinde- kelamcıların elinde bulunabilecek delillerin en güçlüsüdür; bundan daha güçlü bir delilleri yoktur.

İşte eğer ben kelamcıların şu delillerini yıkabilirsem, o zaman kendi iddiamı kelamcıların her birine kabul ettirebilirim.

Ben kelamcılarla tartışırken, kelamcılar gibi yapsaydım, kelamcılar gibi ayetleri tevil eder veya şarta bağlardım. Yahut vaid ayetleri, haber değil, inşa'dır; tersi vaki olduğunda, yalanlamasının gerçekleşmesi gerekmez derdim. Veya "Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'ın olduğunu bilmiyor musunuz? Dilediğine azabeder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadirdir." (5:40) gibi, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli sürelerde gelen Ayet-i Kerimelerle vaid ayetlerini Allah'ın şartına bağlayıp, azabın gerekirliliğini elbette reddederdim. Yahut "De ki: "Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, Bağışlayandır, Merhametlidir." (39:53) gibi üsteleyici bir kesinlikteki ayetlerle çelişkileri sonucunda bunları tercih edebilirdim.

Kelamcılar hatırı için yine bu yollara girecek olsaydım, elbette bu yolların her biriyle kelamcıların delillerini çürütme hakkımı, kelamcıların kendileri de teslim ederlerdi. Fakat benim öyle yollara girmeye ihtiyacım yok. Çünkü en büyük delilleri de benim gözümde çok zayıf temeller üzerine bina edilmiştir.

Kelamcılar sözden dönmekle af etmek ve vazgeçmekle yalan söylemek arasındaki farkları bilselerdi, böylesine korkunç hatalar yapmazlardı.

Sözünde durmamak, aklen de hukuken de kötülenmiştir. Fakat affetmek, ahlaki erdemlerin en büyüklerindendir.

Yalan söylemek en büyük ayıptır, fakat "cezalandırırım" sözünden vazgeçmek en büyük lütuftur.

Allah, Kur'an-ı Kerim'de, "Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik" (14:4) buyurmuştur. Vaid ayetlerinin her birisi de Kur'an-ı Kerim'de Arap diliyle gelmiştir. Arapların dilinde, geleneğinde af etmek, azarlamaktan vazgeçmek hiç bir zaman yalandan sayılmıyor. Arap geleneğinde azarlamaktan vazgeçmek, canilerin cinayetlerini af etmek en övülen, en yüce erdemlerden sayılır.

Kelamcılar vaid ayetlerinden azabın gerekirliliğini anlamışlarsa, ben İlahi Rahmet'in genişliğine güvenip, Arap geleneğinin tanıklığıyla, "elbet kıyamet gününde Allah her bir insanın günahından vazgeçer" inancında olmuşsam, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın huzurunda daha edepli davranmış, hem de Kur'an-ı Kerim'i daha güzel anlamış olurum.

Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin b. Arabi Hz.leri Fütuhat'ının 4.Cüz'ünün 517'inci sayfasında diyor ki:

Burada kelamcılar Allah'ın haberinde yalanın çıkmasının imkansız olduğu gerçeğini yadsıyarak büyük bir hataya düştüler. Şeriatın nazil olduğu (dilin) örfünde, bu tür şeylerin "yalan" diye isimlendirilmediğini kestiremediler. Hükmün varoluşunu ilminin akli delillerinden habersizdirler. Aklı ve anlayışı kısa kimseler, bunun hem dünya selam da hem ahıretteki delaletini bir tuttular. Bu uygun bir yaklaşım değildir. Şeriatın hitabındaki amacına bak! Hitap eden kimdir, hatibin dili hangi dildir ve ümmetin uygulaması nasıl gelenekselleşmiş (hangi örf oluşmuş) tur.

Arabın biri şöyle demiştir: "Ben tehdit ettiğimde (vaid) veya söz verdiğimde (vad), tehdidimden dönerim, sözümü ise tutarım"

Yalnız, Allah vadinden döndü denilemez. O, kulundan vazgeçip, günahını bağışlamıştır.

İslam alimlerinin büyüklerinden İmam Yahya b. Muaz Hazretleri diyor ki:

"Vad ve vaid gerçektir. 'Şöyle yaptıklarında, şunu vereceğim' diye kesin söz verdiğinde, vad kulun Allah üzerindeki hakkıdır. Sözünde (vad) durmaya Allah'tan daha layık kim vardır?

'Şöyle yapmayın, eğer yaparsanız size azap ederim' dediği halde onlar bunu yaptıklarında ise, vaid Allah Teala'nın kullar üzerindeki hakkıdır. Artık dilerse bağışlar, dilerse azap eder. Bu onun hakkıdır. Bunlardan Allah'a en yakışanı bağışlama ve keremdir. Çünkü O, Gafur ve Rahim'dir."

Kelamcıların delillerini çürütme makamında şimdilik yalnız bu kadarla yetinirim. Bundan sonra, inşallah Kur'an-ı Kerim'den tevilsiz olarak ayetleri anlayan insanlara sunarım. Kur'an-ı Kerim'i kelami sözlerle tefsir etmeyi adet edinen imam efendilerin kalb hastalıklarına muhtemelen biraz şifa verebilirim -İnşaallah.-.

Kendi kavrayışlarının kapsamına girmeyen her hakikati inkar eden imam efendiler anlarsalar, şu beyitleri okuyayım:


Önceki_______İçindekiler_______Sonraki